11 Aralık 2020 Cuma

Korkular

İnsan çok üzücü şeyler yaşadığında korkular ve anksiyete ciddi anlamda azalıyor. Neden, aslında tam tersi olması gerekmez mi? Sonuçta kötü şeylerin bizim de başımıza gelebileceği yüzümüze acımasızca çarpmış olmuyor mu? Şöyle bir düşününce, lise hayatım ve dedemin ölümünden sonraki dönem hayatımda anksiyeteyi en az yaşadığım dönemlerdi. Lisede babamın uyuşturucu zulasını bularak evde bir yıkıma sebep olmuş, babamı yalnızlığa mahkum etmiş ve kardeşime, sonraki hayatında ciddi öfke problemlerine sebep olacak bir travma yaşatmıştım. Bunu anlatırken bile babamın hatalarını kendim üstlendim değil mi? Lisede tüm bu olaylardan sonra kaybedecek bir şeyim kalmadığını düşünüyordum. Evimiz dağılmış, babam bizi geri kazanmaya çalışmamış, hatta açıkça sorulduğunda bile uyuşturucuyu tercih etmişti. Babamı bir nevi kaybetmiştim. Çıktı gitti. Bu hüzünden ve zorluktan sonra lise hayatım çok eğlenceli geçti. Sonra İstanbul'u tanıdım, aşık oldum. Eğer aşık olduysanız aynı anda en güzel ve en korkutucu duygu olduğunu bilirsiniz. Harikadır, dünyanın en muhteşem şeyine sahip olmuşsunuzdur ve dünyanın en harika, sizi en çok anlayan insanıyla her şeyi yapabilirsiniz, her yere gidebilirsiniz. Dünyada her şeyi keşfetmek istersiniz, her şey mümkündür artık, gelecek günlerin harikalığı için umut ve heyecanla dolup taşarsınız. Sonra bu hisse, o harika insana o kadar alışırsınız ki, bir korku başlar. Kaybetme korkusu. Ben ne yaptım diye sorarsınız, nasıl yaparım bunu, şimdi ne olacak? Terk ederse, bir şey olursa, neyse dersiniz Allah korusun, olmayacak öyle şeyler. Bu noktada çoğu insan hayatına devam eder. Peki edemeyenler?

Ben bir süre ettim, anlatamam o duyguyu. Hayatta ben İstanbul'la olduktan sonra gerisi vız gelir, tırıs gider. Öyle bir mutluluk. Ve ardından gelen şiddetli anksiyete. Hata yapma korkusu, terk edilme korkusu, kaybetme korkusu. Benim anksiyetemin bir yeteneği var, belki sizinkinin de vardır. Aşırı inandırıcı. Kendimi kaybediyorum onu dinlerken bazen. O kadar inanıyorum ki tüm felaketlere, bir de kanıtlar sunuyor bana. Sana biri şöyle demişti hatırlamıyor musun diyor, yaa işte bak, o bir işaretti diyor. Şimdi okurken bana kızıyorsunuz belki, dışarıdan bakınca o sesi dinlememek kolay görünüyordur eminim, ama değil işte. Diyorum ya, çok inandırıcı. 

Üniversitede bu sorunlara rağmen ilişkim de hayatım da güzelce gidiyordu ama ara ara krizler eşliğinde. Psikolog ziyaretleri, antidepresan denemeleri. Psikiyatristler tarafından yazılmış kendine yardım kitapları okuma... Sonra benim dağ gibi dedem vefat etti. Sigara, alkol kullanmayan, sürekli yürüyüşlere çıkan dedem kalp krizi geçirdi. Çok zordu bununla baş etmek. Ölü bir insana sarılacaksın, öpeceksin, onunla konuşacaksın deseler hayatta inanmazdım. Ama insan yapabiliyormuş işte. İlk şoku atlattıktan ve bir süre yas tuttuktan sonra şunu fark ettim, anksiyete yok olmuştu. Sanırım beynim gerçek bir üzüntü ile karşılaşınca endişe yaratmamıştı. Belki de yaratmaya ihtiyaç duymamıştı. Neden acaba? Yani beynin bir hüzün kapasitesi yok sonuçta, hem sessizce oturup düşündüğüm ve endişelerimin açığa çıkması için fırsat olan bir sürü an olmuştu. Ama sanırım sebep şuydu, gerek yoktu. Zaten güvenli bölgemdeydim, hüzünlüydüm. Üzgün, süzgün, dertli, kulaklığımdaki müzik eşliğimde kimliğine büründüğüm uzaklara bakan kişi olabilmiştim. Beynimin artık beni dertlendirmeye ihtiyacı yoktu.

Psikoloji çok ilginç. Şiddet uygulayan babaların kızlarının, kendilerini yine şiddet uygulayan eşlerin yanında bulmaları tesadüf değil. O çok meşhur "kader motifi" sözü maalesef ki doğru. Her ne kadar mantıklı bir insan, ben neden şiddeti veya hüznü güvenli göreyim ki" diyebilir. Bunun cevabı beynimizin kıvrımlarında saklanan alışkanlıklarımızda. Biz farkında olmadan bizi yönlendiren alışkanlıklarımız için, rahat olduğumuz, tanıdığımız o alan daha bilindik, daha güvenli. Güvenli bölgemizden çıkmak ve alışkanlıklarımızı değiştirmek zorundayız. Yapmaya çalışıyorum, aklıma korkularım geldiğinde inadına gülümseyip mutlu olduğum şeylere odaklanmaya çalışıyorum. Eğer o korkunun arkasından yürümeye her zaman yaptığım gibi devam edersem alışkanlık zincirimi kıramam. Ben artık beynime, aklıma korkularım geldiğinde bile gülümseyip gerçekten mutlu detaylara odaklanma alışkanlığı kazanmayı öğretmeye çalışıyorum. Okuduğum kitaplardan, beynimizin kurduğu iletim ağlarının tamamen yenilenebileceğini öğrendim. Yani şöyle, devamlı olarak belirli düşünce kalıplarını tekrarlayan beyin artık bunu alışkanlık haline getiriyor. Zaten endişeler de böyle oluşuyor aslında, üstüne gittikçe beslediğimiz korkular ve devamında düşündüğümüz felaket senaryoları tekrarlanıyor kafamızda. Artık normalimiz o oluyor. İşte ben beynime en baştan daha temiz ağlar kurmak istiyorum. Korkak Moira'ya sarılmak ve sakin olmasını söylemek, onlar sadece korkuların, gerçekliğin değil demek istiyorum. Bana inanmasını istiyorum.

31 Ekim 2020 Cumartesi

Ben Nasıl Mutlu Olunacağını Unuttum - Hayatı Kendime Nasıl Zehir Ediyorum #6

Bazı insanlar çok neşeli, enerjik. Sanki sürekli gülebiliyor gibiler. Bu nasıl yapılıyor ben de öğrenmek istiyorum. Ben sürekli asık suratlıyım, sürekli dertliyim. Bazen özellikle çok enerjik davranmaya, gülümsemeye çalışıyorum. Kendimi olmadığım birine dönüştürmeye, her zaman enerjisi ile ışıldayan o kişilerden biri haline getirmeye çalışıyorum. Hani bazıları için derler ya onun enerjisi çok yüksektir, her zaman güler yüzlüdür, yanına üzgün gidersin modun yükselir, işte ben de o insanlardan olmak istiyorum. Ama olmuyor işte, olmuyor. Ne kadar çok şeye sahip olursam o kadar mutsuz oluyorum. Psikoloğumla konuştuklarım, okuduğum psikoloji kitaplarından öğrendiklerim ve mutsuzluğumla ilgili düşünmem üzerine bazı sonuçlara vardım ve bu sonucun doğru olmasını çok istiyorum. Çünkü o zaman çözülebilir bir problem var demektir. Bir kurtuluş var demektir.


Ne zaman, hayatımdaki hangi anda kendimi hüzünle bütünleştirdim? Hislerimi, etrafımda olan bitene üzülerek ve çaresiz hissederek ifade etmek neden bana bu kadar yapıştı? Düşünüyorum... Çocukluğumu düşünüyorum. Özellikle çocukluğumu düşünüyorum çünkü oralarda bir yerlerde olduğuna eminim. Ben bir noktada kendimi sürekli zorluklar yaşayan kişi kimliği ile var etmişim. Bunun üzerine düşündüğümde ilk aklıma gelen babamın annemden, annemin doğum günü yemeğine çıkmadan önce, yemeği ödeyebilmek için para istemesini gördüğüm ve görmemiş gibi davrandığım o an geliyor. Babamın yetersizliği, annemin kırk yılda bir yaşadığı doğum gününde yemeğe çıkarılma mutluluğunun bile yarım bırakılışı... Annemin istediğini bildiğim ama 100 TL olduğu için alamadığım beyaz kaban. O zamanın 100 TL'si daha çoktu tabi, bahsettiğim anı 15-20 yıl öncesi falan.

Orada yarım kalan bir mutluluk var mesela. Annemin kendisi için planlanan o günün mutluluğunu yaşayamaması, bir şekilde bozulması var. Şimdi o dönemlere dönünce mesela annem o dönemki ekonomik durumumuzda asla dışarı yemeğe çıkmazdı çünkü cidden lükstü. Doğum günü diye sürpriz yapılınca mutlu oldu ama parası kendisinden istendi. Öyle çok büyük bir yemek de düşünmeyin. O günden sonra babam benim gözümde hep parasız kaldı. Öyleydi de zaten. Bir yere gitsek parası var mı acaba yoktur kesin diye diken üstünde sipariş verdim. Ama burada beni yıkan o yetersizlikten çok annemin yarım kalan mutluluğu oldu sanırım, o hayal kırıklığı oldu. Sonuçta babam işçi, emekçi olup parası olmayan bir insan değildi. Tembel, kazandığını da uyuşturucuya veren bir insandı dolayısıyla yapılan daha da ağır hale geliyordu.

Beynimi ve anılarımı araştırdığımda aklıma gelen ikinci anım, ilkokulda gece yarısı aşırı bir karın ağrısı ile uyanmam ve hastaneye gitmemiz gerektiği. Annem hemen giyindi, babamı uyandırmaya çalıştı. Kafası dumanlı ve gözleri kan çanağı halde olduğundan olsa gerek zor uyandı. Annem sessizce hastaneye gitmemiz gerektiğini söyledi ve parası olup olmadığını sordu. Cebime bak dedi babam. Yoktu parası. Annem yok burada deyince babam sesini yükseltti, ee nerden bulursan bul be, dedi. O gece hastanede anneme boşan dedim, ama çocuktum tabi ne kadar ikna edebilirim ki, sadece bizi düşünme biz boşanırsanız daha mutlu oluruz diyebildim ama o zaman uyuşturucuyu falan bilmiyorum. Sonra bizim konuşmamızı duyan gerizekalı bir teyze anneme, kızım kalbinin sesini dinle, dedi. O an aslında benim sesimi dinlemesi gerekiyordu.

Bu iki anıda ortak bir nokta var. Çıkarsızca yaşanan devamlı bir mutluluğun mümkün olmaması ve dolayısıyla o muhteşem beynimizin biz farkında olmadan vardığı sonuç ile ortaya çıkan, mutlu olmak mümkün değil, bitecek, terk edileceğim inancı. Maddi ve manevi olarak kızını ve eşini terk etmiş bir baba var ortada. Benim etrafımda bir tane bile mutlu evlilik yok. Terk edilen, şiddet gören, kaybeden çok kadın var ailemde. Aslında hepsi öyle diyebilirim. Travmaların genetik olarak aktarıldığını biliyor muydunuz? Genetik olarak aktarılanlara, (yanlış) öğrenilen gerçeklikler de eklenince şu sonuç çıkıyor. Asla ve asla mutlu olamayacağım. 

Ne zaman sevgilimle harika bir tatile gitsek, çok güzel bir yeri gezsek, arabama binip müziği açsam, kendime kaliteli ve pahalı güzel bir şey alsam aklıma annem geliyor. O yapamadı, ben bunları yaşıyorum diye vicdan azabı çekiyorum. Annem babamdan ayrıldıktan sonra mesleğinde yükseldi, maddi olarak gayet iyi, aslında mutlu da. Ama ben asla aşamıyorum, annemi de buraya getireyim, anneme de araba kullanmayı öğreteyim, keşke tekrar aşık olsa da çok mutlu olsa diye diye kendi mutluluğumu aklamaya çalışıyorum... Benim tüm mutsuzlukların üzerini çiğneyip mutlu olmaya ne hakkım var? Bir noktada kaybedeceğimden korkuyorum. İstanbul ile ilişkimiz o kadar mükemmel ki, bir noktada bir şey olacak ve ben o güvenli alanıma, mutsuz ve hüzünlü alanıma döneceğim sanıyorum. Beni bu kadar sevmesi mümkün değil yahu diyorum, çocuk yaptıktan sonra kesin bıkacak mümkünatı yok. Aldatıp terk etmesi veya uyuşturucu kullanıp her şeyi mahvetmesi sahip olduğumuz sevgi ile ihtimal dahilinde görünmüyorsa aklıma daha korkunç ihtimaller geliyor. Onlardan bahsetmek bile istemiyorum. 

Düşünüyorum, insanlar nasıl her şeye rağmen mutlular? Yarın ne olacağını bilmiyoruz, en iyi ihtimalle kazasız belasız birlikte yaşlansak bile bir noktada birimiz o kaybı yaşamak zorundayız. İnsanlar nasıl tüm bu gerçeklere rağmen mutlu yahu???? Gerçekten bu çok ama çok ilginç, ben yaşayamıyorum arkadaşlar. Ben tükeniyorum artık. Bazen gerçekten ölsem kurtulurdum diyorum kendimden, düşüncelerimden. İçimde bana düşman biri yaşıyor ve sürekli konuşuyor ben katlanamıyorum. Asla susmuyor ve gerçekten mutlu olmamı istemiyor.

Hayatımda sahip olmak istediğim maddi şeylerden en büyüğü arabaydı. Bir arabam olsun.. 2019 yılının sonuna doğru bakmaya başladım. Pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle ben bakarken 90 bin olan arabalar gün geçtikçe arttı, 150 bine çıktı. Ben artık ikinci ele bu kadar veremem, sıraya girer sıfır araç beklerim diye düşünerek ismimi yazdırdım. İnsanlara 2-3 ayda ancak sıra geldiğini söylediler ama şansıma 2 gün sonra aradılar ve almak isteyip istemediğimi sordular. Minik, harika ve beyaz. Kredi başvurusu yaptım hemen. Birikmişim yetersizdi ama benim canım annem destek oldu hemen. Ve aldım. Hayatımda en çok istediğim şeylerden biri artık benimdi. Müziği açıp keyifle arabamı kullanmayı, en azından bir süre boyunca aşırı mutlu bir ruh halinde olmayı bekliyordum ama asla asla asla öyle olmadı.

Resmen hisleri alınmış gibiyim. Tamam arabayı çok sevdim, isim falan taktım, canım arabam falan ama cidden arkadaşlar ben mutlu olmayı unuttum. Hani o boğazınızdan taşan, hıçkırarak gülümsemeye sebep olan salakça ve coşkulu mutluluk anları vardır ya, tüm saçmalıklarına ve zorluklarına rağmen ben bu hayat mücadelesini bile seviyorum dersiniz. Ben işte onu kaybettim. Bütün şarkılar kayıplarla, bütün filmler mutsuzlukla, bütün kitaplar zorluklarla ilgili gibi geliyor. Bir kabuğun içine girdim kırıp çıkarmıyorum sanki. İnancım zayıfladı, dua ediyorum ama sanki tanrıyı kızdırmaktan ve her şeyi benden almasından korktuğumdan dolayı rol yapıyorum gibi geliyor. Sanki o bilmiyor da. Ben çok özledim mutlu olmayı, korkmamayı arkadaşlar. Nasıl sürekli gülümseyen, hayatı seven, umutlu insan olunuyor bilen varsa yalvarırım söylesin.


16 Eylül 2020 Çarşamba

Karantina

Mart ayından itibaren evde geçirdiğim bu dönem benim için hayatımın en yoğun duygularını yaşadığım dönemiydi. 2 ay annem ve kardeşimle evde kalmak bir noktada çekilmez hale gelmeye başladı, sebebi ise benim bir odam olmamasıydı. Artık cidden hapiste gibi hissediyordum. 

Psikologum seanslarını online yapmaya başladığı için psikolojik olarak işler iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ben zaten evde rahat değilim bir de üstüne evde annem ve kardeşim varken psikologla konuşmak mı?


Bizim evimiz İstanbul’un eski yüksek tavanlı evlerinden, kapılar falan ahşap olduğundan tüm sesler çok rahat duyuluyor. Şu an ilk çocukluk travmama doğru yola çıkıyoruz hahaha. Neyse orayı geçelim. Her seansta ya duyarlarsa korkusundan anneme televizyonun sesini hayvan gibi açtırıyordum. Ancak psikolojik durumum sürekli kötüleşiyordu. İnsanlar anksiyeteden uyuyamaz ya, ben yattığım gibi uykuya dalarım ama benim için kabus sabah uyanmam gereken saatten saatler önce uyanmakla başlar. Aslında fena da değil erken kalkmak zorunda kalıyorsunuz çünkü zaten düşünceler uyumaya izin vermiyor. Böylece baya baya uykum düzene girdi. Konudan uzaklaşmayayım, seanslar hiçbir işe yaramaz halde geldi. Psikologum travmalarımı yaşadığım yerde, aynı evde yaşamaya devam ettiğim sürece bazı problemlerin tamamen geçmesinin çok zor olduğunu, karantina sürecinin de böyle etki etmesinin çok normal olduğunu söylüyordu. Bana psikiyatriste danışarak ilaç tedavisi ile psikolog seanslarını birlikte götürmeyi önerdi. Siz açık yara ile koşmaya çalışıyorsunuz, önce bir merhem sürelim emin olun kolaylaşacak dedi. Önce kabul etmedim, hatta bir sabah yine bir kriz sonucunda kendimle açık açık konuştum, görmezden gelmek yerine kendime açık olmak çok iyi gelmişti. Ondan sonra sanırım 2 hafta falan bildiğiniz iyileştim. Artık yendiğimi düşünüyordum ki yöneticimle yaşadığım bir kriz beni eski halime döndürdü. En sonunda psikiyatrist ve ilaç fikrini ciddi ciddi düşünmeye başladım ama sonuçta yine gidip yüz yüze görüşmek istiyordum. Ben kendimi yepyeni birine online bağlantı üzerinden anlatıp ilaç kullanmak istemiyordum. Bir de şu husus vardı, ben psikiyatristle görüşmek için hatrı sayılır bir ücret ödeyecektim ve ilaç tedavisi devam ettiği sürece ara ara görüşmeye devam edecektim, aynı zamanda her hafta psikologa para ödemeye devam edecektim. Artık gerçekten sinirlerim bozulmaya başladı. Eğer psikiyatriste gidip ilaç kullanacaksam ne anlamı vardı ki? 

Bu süreç böyle devam ederken en sonunda kendimi karantinadan çıkardım ve İstanbul ile görüşmeye başladık. Bana o kadar iyi geldi ki onda vakit geçirmek... İstanbul benim sadece sevgilim değil, manevi psikologum aynı zamanda. O kadar kilit noktalarda sorun çözmeyi başarıyor ki bazen, yine ona danıştım. Sorunum ile ilgili konuşurken bana söylediği bir cümle, uzun süredir hatta yıllardır kendime söylemeye korktuğum birşeydi. Ara ara aklıma geliyordu, rüyama giriyordu ama açıkçası ben görmezden geliyordum. O günden sonra psikologumla seanslara artık devam etmemeye karar verdim. Psikologum gerçekten bana kendimi tedavi etmeyi öğretti, onun hakkını asla ödeyemem. Ama her seans kendi kendime ilerlemekten çok yorulmuştum. Ben sorup ben cevaplıyordum. Her hafta ne konuşacağımı, o hafta hissettiklerimi ve rüyalarımı yazıp yorumlamak inanılmaz yorucu hale gelmeye başlamıştı. Çünkü mesela tam iyi hissediyorum, iki gün sonra seans var, seansta ben konuşmazsam psikologum da ben konuşana kadar bekliyor. Dolayısıyla iyi hissettiğim bir gün bile seansta ne anlatacağımı düşünmek endişelerimi tekrar hatırlamama sebep oluyordu.  Neyse ben sonuç olarak seanslara ara vermeye karar verdim. Son bir seans yapıyorduk ki, o son seansta İstanbul’la konuşurken yaptığımız çıkarım üstünden içimi dökmeye başlayınca, o kendime söylemeye korktuğum şeyleri söyleyince, nasıl bir şeydi anlatamam ama her şey birbirine bağlanmış gibi hissettim. Bir an susup kalakaldım, psikologum da gülümseyip çözdünüz işte dedi. O andan sonra birşeyler kolaylaştı. Kendime nasıl telkin vermem gerektiğini öğrenmiştim çünkü asıl korktuğum şeyi anlamıştım. İçimdeki o çocuk kalan, kendini suçlayan, her şeyden korkan Moira’ya bir şeyler öğretebiliyordum, güvenini kazanabiliyordum. 

İstanbul’da çok sık kaldığımdan ve psikolojik olarak da biraz rahatladığımdan hapisten çıkmış gibi hissettim. Bir de artık ayda yüklü bir meblağı psikoloğa vermeyeceğim için araba kredisi ödeyebilecektim. Bu da beni çok mutlu ediyordu. Çok şükür ki evde geçirdiğim kalan 4 ay bu nedenle çok daha rahat bir kafayla geçti. Tabi ara ara yeni endişeler, eski endişelerin güncellenmiş ve gelişmiş versiyonları gelip bana türlü türlü anksiyete atakları yaşatmadı değil. Ama elimden geleni yapıyorum. Hayatımda hiçbir dönem aynı anda bu kadar zor ve bu kadar keyifli geçmemişti.

Tüm bu süreçlerde okuyup destek verdiğiniz, yorumlarınızla ve maillerinizle yalnız olmadığımı hissettirdiğiniz için çok teşekkür ederim. İyi ki burası var, sizler varsınız.


10 Eylül 2020 Perşembe

6 Ay Boyunca Evden Çalışmak Mı?

25 Şubat'ta yazmışım son yazımı. Neleer neler değişti o günden beri hepimizin hayatında. Son yazılarım hep anksiyete ile ilgili olduğundan önce bu defteri bir kapatmak istiyorum. Çok fazla anksiyetem vardı, biri bitiyor diğeri başlıyordu. Bundan sonra hayatıma daha farklı yaklaşacağım. Cümlelerimi çok doğru seçeceğim çünkü kendimizi ifade ediş şeklimizin çok şey değiştirdiğine inanıyorum, daha doğrusu bunu gözlemledim. Sürekli olarak "sabahları hiç uyanamam ben" derseniz, cidden uyanamazsınız. Kendiniz, enerjiniz, çevreniz aynı anda bu önermeyi benimser ve bu hazin döngüden çıkamazsınız. Ben de kendime yıllardır bunu yaptığımı fark ettim. Psikoloğum sağ olsun kendi kendime terapi yapmayı biraz öğrendim. Artık psikoloğa da gitmiyorum zaten. Sonuç olarak ben artık psikolojik olarak sağlıklı, anı yaşayabilen ve neşeli bir insanım. Bunu sürdüremediğim bir nokta olursa yine eminim ki buraya sığınırım. 


19 Mart 2020'den beri evden çalışıyoruz. Eylül ayında tam zamanlı çalışmaya başlayacaktık aslında ama şirket sahibinin covid pozitif olduğu ortaya çıkınca evden çalışma bir ay daha uzatıldı. Çok şükür sevdiğim herkes sağlıklı, ben hiç test yaptırmadım ama sanırım herkes gibi covidi atlattığımı düşünüyorum. Yöneticim saolsun. 

Türkiye'de ilk covid vakası 10 Mart'ta açıklanmıştı, benim de bir duruşma için Manisa'ya gitmem gerekiyordu. Covid yüzünden uçağa binmekten korkuyordum. Yeni otoyol sayesinde gideceğim yer toplamda 4 saat 50 dk gösteriyordu, ben de her gidişimde uçağa binsem dahi en az 2 saat araç kullandığımdan uzun yolda kendime güveniyordum. Zaten şirkette herkes araçla gidip geliyordu, yani gayet normal bir şeydi. Aldım annemi de yanıma duruşmaya gittim. Hem ben uzun yolda sıkılmamış olacaktım hem de annem için değişiklik olacaktı. Gittik, geldik, hiçbir problem yaşamadık. Ama yöneticim benim arabayla gittiğimi duyunca delirdi, bildiğiniz delirdi. Çok kötü imalarda bulundu, sevgilimle gittiğimi, bunu bir fırsat olarak değerlendirdiğimi falan söyledi. Ben şok oldum ve inanılmaz üzüldüm, sesimi yükselttim. Benim sevgilimle yolculuğa çıkmak için çok şükür şirketin dandik arabalarına ihtiyacım yok, nasıl böyle bir şey ima edersiniz, kaldı ki gizli iş yapmaya çalışsam gelip size söylemezdim, ruhunuz bile duymazdı diye bağırdım. Sevgilim de ben de şirket avukatıyız, öyle kafamıza göre iş gününde şehir dışına çıkamadığımız gibi, maddi olarak da böyle bir şeye ihtiyacımız yok. Nasıl tartıştık size anlatamam. Sonra öyle bir şey ima etmeye çalışmadığını falan söyleyip beni sakinleştirmeye çalıştı ama pek işe yaramadı. Ben tabi ki bu tartışmadan sonra istifa etmeyi kafaya koydum. Ama hayatımda hiç yeni iş bulmadan bir yerden ayrılmamıştım ve önce cv'mi hazırlayıp birkaç yer ile görüşmem gerekiyordu. Bir hafta sonra yine duruşma için Manisa'ya gitmem gerekti, covid vakaları her geçen gün artmasına rağmen kavgamız dolayısıyla araba ile gidemedim ve uçağa bindim. Birkaç gün sonra ateşim inanılmaz yükseldi, boğazım acıyordu ve öksürüyordum. Eklemlerim daha önce hiç ağrımadığı şekilde ağrıyordu, resmen ağrıdan uyuyamamıştım. Bol bol dut pekmezi, keçi boynuzu özü ve sambucol vitamin aldım, bol bol su içtim. Grip ilaçlarının bazılarının iyi gelmediğini söylediklerinden ya covidse diye düşünerek bir süre almasam da, 3. gün almaya başladım çünkü hastaneye gitmekten ölümüne korkuyordum. O dönem giden kişiyi direk karantinaya alıyorlardı ve eve göndermiyorlardı. Kullanılan ilaçlar da sonuçları kanıtlanmış ilaçlar değildi, resmen deneysel ilerliyorduk. Covidsem bile kendimi evde karantinaya almak daha mantıklı geldi. 

Uzun süre evden çıkmadım, sevgilimle bile uzun süre görüşmedim. Annem ve kardeşimden uzak durdum, tuvaletten çıkarken bile çamaşır suyu döküp öyle çıkıyordum. Kapı kollarını bile sürekli dezenfekte ediyordum. Sonuç olarak belki de yöneticim yüzünden bu hastalığı kaptım ve atlattım. Belki sadece soğuk algınlığı veya gripti hiç bilmiyorum. Ama covid nedeniyle evden çalışmamız sayesinde işimden ayrılmak zorunda kalmadım ve 6 aydır iş hayatımın en rahat dönemini geçiriyorum diyebilirim. 

Bu dönemde hayatımızda neler değişti? Öncelikle kendimi zorla borca sokup araba aldım. Nasıl bilmiyorum ama bir şekilde ödeyeceğim işte. Bu zamana kadar hep İstanbul beni gezdiriyordu, aldığımdan beri ben İstanbul'u gezdiriyorum. İkinci olarak daha önce yazmış mıydım bilmiyorum ama kardeşim evleniyor. Son 10 gün. 20 Eylül'de düğünümüz vardı, kısıtlamalar nedeniyle nikahımız var. Covid daha ne kadar sürecek bilmediğimizden, çocuklar da aylar öncesinden nikah günlerini ve evlerini almış olduklarından daha fazla beklemek istemediler haklı olarak. Bu hafta sonu kardeşimin eşyalarını toplayacağız, hafta içi de evine taşırız veee hayatımda ilk defa kendi odam olur. Evet, 28 yaşındayım ve hep erkek kardeşimle aynı odayı paylaşmak zorunda olduğumuzdan ben artık odayı ona bırakmıştım. Çoğunlukla İstanbul'da kaldığımdan (sevgilimde), evdeyken de annemle kaldığımdan bir şekilde idare ediyorduk ama ben bu yaşıma kadar hiç özel odaya sahip olmamıştım. Bence çok acı. Ama neyse derdimiz bu olsun. En azından ben de evlenmeden önce kısa süre de olsa kendi odama sahip olacağım. Henüz resmi evlilik teklifini almadığım için tarihimiz yok ama biliyorsunuz uzun yıllardır birlikte olduğumuz için öyle şeyler bizim için artık formalite, ev bakmaya bile başladık.

Bu dönemde şunu öğrendim, mutluluk ve huzur insanın beyninde. Araba aldıktan sonra inanılmaz mutlu olacağımı, özgüvenimin tavan yapacağını ve çok daha özgür hissedeceğimi düşünüyordum. Meğer o özgürlük kafanın tam da içindeymiş. Başka bir yerde değil. Evet parasızlık veya imkansızlıklar insanı çok mutsuz edebilir ama neye sahip olursak olalım bunlar tek başına mutlu etmeye yetmiyor. Anın içinde yaşamak asıl anahtar. Yıllardır anksiyete ile yaşayan biri olarak söylüyorum, çok basit ve saçma geliyor biliyorum. Ama geçmiş ve gelecekten vazgeçin, huzur bu anda.


Çocuğunuz süt sevmiyor mu? Sütü Sevdirecek harika bir tarifim var!

 


Dün bir arkadaşıma çaya davetliydim. Öğleden sonra olduğu için çocukları evdeydi. Ben de giderken onların sevebileceği lezzetli bir şeyler almak istedim. Ufak tefek atıştırmalık yiyeceklerin yanında marketten en sevdiğim markanın ambalajlı sütünü aldım. Süt, bizim evde çok tüketildiği için artık her alışverişlerimde sanırım hiç düşünmeden sepete ekliyorum.

Evlerine gittiğimde arkadaşım torbaları boşaltırken sütleri kendime aldığımı sanınca biraz şaşırdım. Meğer çocukları süt “sevmezmiş”. Benim düşünceme göre, çocuklar bir gıdayı, bir yiyeceği sevmediğinde bu gerçek fikir değil, bir etkilenme veya zorlanma sonucu oluyor. Yani çocuğu yemesi veya içmesi için zorlarsan o çocuk o gıdayı bir daha tüketmeyebiliyor. O yüzden çocukları serbest bırakmak, sıkmamak, o gıdayı farklı tarif ve formlarda denemelerini sağlayarak onlara sevdirmek lazım. Hele ki konu beslenme için olmazsa olmazlardan süt ise….

Arkadaşımla sohbet ettiğimizde  çekinerek ambalajlı sütleri pek kullanmak istemediğini söyledi. Nedenini sorduğumda ise besin değerinindüşük olduğunu duyduğunu ama bunu da araştırmadığını, tamamen kendi fikri olduğunu söyledi. Hızlıca bir google’layarak onunla birkaç araştırmayı paylaştım.  Çıkan sonuçlar,onu şaşırttığı kadar beni de şaşırttı. Zira bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Bu vesileyle arkadaşıma da teşekkür ederim yeni şeyler öğrenmemi sağladığı için. 

Araştırmam sonucunda edindiğim bilgileri kısaca sizinle de paylaşmak istedim. Süt özelikle 1-4 yaş döneminde zihinsel gelişime katkı sağlıyor. Çocukluk ve ergenlik döneminde güçlü kemik ve diş oluşumunu sağlıyor.  Sonraki dönemlerde yani gebelik ve emzirme dönemlerinde bebeğin sağlıklı gelişimi için gerekli vitamin ve minerallerin vücuda alınmasına ve bebeğin kemik gelişimine yardımcı oluyor. 

Hamilelik dönemlerinde annelerin çoğunda yaşanan kemik ve diş problemlerinin oluşumunu önlüyor. Yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde ise yaşanması olası olan kemik problemlerinin önüne geçilmesinde etkili rol oynuyor. Vücudun ihtiyaç duyduğu protein, kalsiyum, fosfor, B2 vitamini gibi birçok besin öğesini de içinde barındıran süt sağlıklı ve kaliteli yaşamın anahtarı diyebiliriz. Eğer siz de yaşamınızı daha kaliteli sürdürmek, olası sağlık problemlerinin önüne geçmek istiyorsanız her gün az 2 bardak süt ve 1 porsiyon süt ürünü tüketmenizi öneririm. Uzmanlar yetişkin ve yaşlıların da ortalama 2 bardak süt içmelerini öneriyorlar. Hal böyle olunca aslında sütün günlük beslenmemizde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.



Ambalajlı Sütler Nasıl üretiliyor?

Ambalajlı sütler, ısıl İşlem Görmüş İçme Sütleri Tebliği’ne uygun ısıl işlem geçirerek ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından onaylanan tesislerde üretiliyor. 

Isıl işlem, dünya çapında tüm sütlere uygulanan bir yöntemmiş meğer. Bu işlemin  amacı, sütün besleyiciliğinden ve içeriğindeki vitaminlerinden de herhangi bir kayba uğramadan, insanlarda ciddi hastalık riski oluşturabilecek etkenlerin tamamen uzaklaştırılmasıymış. mış.
Bu arada aranızda çiğ süt kullanan varsa diye çok ama çok önemli bir bilgi eklemek istiyorum. Çiğ olarak tüketime sunulan açıkta satılan sütler biliyorsunuz sokakta, dükkan önlerinde, mağaza kapılarında filan satılıyor. E tabii soğuk zincir de hak getire! Bu sütlerde soğuk zincir sağlanamadığından, tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde toplam bakteri yükü artıyor. Bu zararlı mikroorganizmaların uzaklaştırılması amacıyla evlerde kontrolsüz bir şekilde uzun süre kaynatılıyor ve bu yüzden vitamin-mineral kayıpları ambalajlı sütlere göre daha fazla oluyor.

Özetlemek gerekirse; kendi sağlığınız ve çocuğunuzun sağlığı için her yerden süt almayın, çiğ süt almayın, denetimden geçmeyen sütü doğal sözüne kanıp eve sokmayın. Çocuklarınızı da onu sevmiyor, bunu sevmiyor diye şartlandırmayın. Sadece neyi nasıl sunacağınızı bilin ve çocuğunuza, yeni şeyler denemesi ve sevmesi için her zaman şans verin.  Çocuğunuza sütü sevdirecek bir tarifle bu yazımı sonlandırıyorum 
Şimdiden hepinize afiyet olsun.

Çilekli& muzlu Smootie Tarifi:
• 10 adet çilek,
• Yarım olgunlaşmış muz
• 1/2 bardak kutu süt, 
• 2 küp buz.
• Çocuklar için hazırlıyorsanız 1 tatlı kaşığı bal
Yukarıdaki karışımı 1 dakika blender’dan geçirin ve şahane bir yaz içeceğiniz hazır! 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

25 Şubat 2020 Salı

Anksiyete Sen Mi Büyüksün Ben Mi?

Anksiyete kalp krizine sebep olabilir mi acaba? Bir kalbim, bir midem, bazen ikisi birden... Tıkanıyor ve sanki üzerinde çok büyük bir yük varmış gibi hissediyorum. Nefes alamıyorum. Birisi avuçlarının arasına alıp sıkıyor mu desem, yumruk yemek gibi mi desem... Gerçekten her an ağlayabilirim ama ağlarsam da rahatlamam gibi de. 

Daha önce başka bir yolla hayatımı mahveden anksiyete, psikologumun yardımıyla tam mekanı terk etmişti ki... Benim beynim anksiyete ile yaşamaya alıştı da onsuz yapamıyor mu acaba? Veya ben drama bağımlı mıyım? Şimdi düşününce, hayatımın hiçbir döneminde -her şeyin yolunda olduğu dönemler dahil- ben tam mutlu olmadım. Çocukluğumla ilgili hatırladığım şeyler zaten genelde karanlık ve mutsuz. Lise 1'deyken babamın uyuşturucu zulasını bulup anneme söylediğimde ve onlar boşandıklarında beni birkaç sene idare edecek drama kavuşmuştum. Ama sonra İstanbul'la tanıştım. Her şeyi yapabilirim gibi, hayatta keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca şey var ve bizim harika hayatımız bunları keşfetmekle, birbirimizi keşfetmekle geçecek gibi... Umut dolu bir hayat. Hala da aynı hissediyorum, hatta çok daha fazlasını. İstanbul'la birlikteyken istediğim üniversite ve bölümü de kazandım. Sonra da her şey harika gitmeye devam etti. Ama bir yandan beynimin çoğunlukla anksiyete ile dolu olduğu, güzel anlarımın tadını çok zor çıkardığım bir hayat. İstanbul'u da kendimi de çok yorduğum ama birbirimize olan sevgimizin gıdım azalmadığı yıllar.. Psikologa gitmeye karar verip de bir süre devam edince, bir şeyler çözüldü sanki. Kısa bir süre de olsa her şey gerçekten yolunda olmuştu. Gerçi o zaman da sevdiklerimi kaybetme korkusu, kötü rüyalar, telefon iki çalışta açılmayınca meraktan geçirilen sinir krizleri...Neler yaptım neler o krizler yüzünden. Yer yer sakinleştirici haplar kullansam da çok işe yaradığını söyleyemem.


Üniversite bitti, iş hayatı başladı. Anksiyete şekil değiştirdi ama beni hiçbir zaman terk etmedi. Bazen ölmek istedim, çünkü ancak o zaman geçeceğini düşünüyordum. Bazen de, anksiyeteyi yendiğimi düşündüğüm küçük anlarda hayatı ve bu mücadelesini daha çok sevdiğimi hissettim. Bazen yolda bile gülümseyerek yürümeme sebep olacak kadar mutlu hissedip, gece gördüğüm bir rüya nedeniyle her şeyin mahvolacağına aşırı inanarak geçirilen günler yaşadım.

Anksiyetenin iki kılığı vardı. Biri şu yukarıda yazdığım, umut dolu hissederken dahi peşimi bırakmayan kılığı. Beni şu ana kadar en çok zorladığını düşündüğüm oydu. Psikologa gittiğimde bir miktar çözülmüştü ama yeni kılıklar buluyordu sürekli. Yaklaşık bir yıl önce daha fazla dayanamayacağıma karar verip tekrar psikolog arayışlarına başladığımda, kendisi de psikolog olan bir arkadaşımın yönlendirmesi ile buldum, kendisine Floransa diyelim, çünkü gördüğümde bana en çok huzur veren şehir oydu. İlk başladığımda daha iyi hissetmeye hemen başlamıştım; para sıkıntısı ve işsizlik korkusu da üstüne gelince devam edemedim. Halbuki kendisi ödemelerinizi hemen yapmanıza gerek yok, yeter ki ara vermeyin diye uyarmıştı. Sonrasında yeni iş bulmam, düzenimi oturtmam, maaşımın yükselmesi ile mutlu olduğuma kanaat getirdim ve anksiyete hello, ben buradayım merak etme, birlikte yine mutsuz olabiliriz dedi. Beynim bu teklife hemen atladı pek tabi ki. Hızla Floransa ile iletişime geçtim ve terapilere tekrar başladık. Sorunumun çözülmesi birkaç seans sürdü ama gerçekten bu süreçte çok fazla şey gün yüzüne çıktı. Hayatta bu kadar çok korku ve hayal kırıklığına, bu kadar çok travmaya sahip olduğumu asla bilmezdim. Sorunum çözüldü gibi hissettim. Bu arada da İstanbul'la aşırı mutluyduk, geleceğe yönelik planlar yaptık. Ben maaşıma zam aldım ve ne zamandır hayalini kurduğum için kredi çekerek araba almaya, böylece bir yatırım yapmaya karar verdim. Allahım dedim, bu mutluluk da neyin nesi?

İnanın diyorum size, ben hayatımda böyle bir anksiyete krizi yaşamadım. Hayatım alt üst oldu. Hala tam kendime gelebildiğimi söyleyemem. Açıkçası anksiyete öyle bir şey ki sizin çarpık ve yanlış düşüncelerinizi destekleyen en küçük ayrıntıları dahi yakalayıp somut delillerle saldırdığını sanıyor.

Kalbimin üzerine oturan ve yer yer mideme geçiş yapan fil, Floransa ile yaptığımız bir seans ile biraz hafiflediyse de, uzun uzun dua etmem ve Allah ile dertleşmem sonucu baya kalkıp ağırlığını azalttı. Yavaş yavaş gidecek gibi hissediyorum ama saniyelik düşüncelerle kalbimin üzerinde hoplamıyor değil.

Çok ama çok yorgunum. Ama kesinlikle yatıp uyumak, uzun uzun boş boş duvara bakarak dinlenmek ile atılabilecek bir yorgunluk gibi değil bu. Aksine konuşarak, hayatın içinde olarak ve böylece unutarak atılabilecek bir yorgunluk. Daha çok param olsaydı seans sayısını haftada 2'ye çıkarırdım. Ya da bilmiyorum belki biraz kendimi dinlemem gerekiyordur.

Bunu yaşayıp aşabilen var mı hiç? 

20 Şubat 2020 Perşembe

Anksiyete Buna İzin Vermez

Çook uzun zaman geçti... 

En son kedi tırmalaması yüzünden kuduz aşısı oluyordum. Son aşımı, Sofya Hanım’dan açıkça izin alarak sabah işten önce hastaneye gidip yaptırdım. Hastane çok sakindi ve hemen yaptırıp çıktım. Hayatımdaki kuduz aşısı bahsini de böylece kapatmış oldum. Peki bu olaydan ders aldım mı? Tabi ki hayır. Yolda gördüğüm her türlü kedinin köpeğin üzerine atlamaya devam ediyorum. 


2019 yılının Ekim hayatı hayatımın açık ara en yoğun ayıydı. Birer adet ruhsat töreni, aile tanışması, kız isteme, kına, düğün, nişan, aileyle tanışma, şirkette açılış kutlaması ve parti... Filmekimi'nden sadece bir tanecik film izleyebildim, o derece yani.

29 veya 30 Eylül'dü, büyük dayımla birlikte, kardeşimin kız arkadaşı Milano’nun ailesiyle tanışmaya gittik.

5 Ekim Cumartesi, Parisle Filmekimi

Frankie diye bir filme gittik. Kötü değildi ama çok boştu sanki. Sonra Ara Cafe’ye gidip kahve sigara yaptık. Sonra da İstanbul’a geçtim. Güzel ve sakin bir başlangıçtı..

6 Ekim Pazar, Annemle Alışveriş

Kuzenim Barcelona, Almanya'da evlendi ama İstanbul’da düğün yapılacaktı. Düğün 19 Ekim'de olmasına rağmen hala elbisem yoktu. Bütün gün anneme ve bana elbise baktık. Sonunda karar verebildik ve birer tane elbise aldık. Bir haftasonu böyle bitti.

9 Ekim Çarşamba, Kardeşimin Ruhsat Töreni

Kardeşim de avukat olduu! Ve ruhsat töreni tabi ki o kadar gün arasında Ekim ayının ortasına denk geldi. Ama olsun, çok güzeldi. Cübbesini avukat ablası olarak ben giydirdim. ♡

10 Ekim Perşembe, İzmir’de duruşma

Çok yorgun değilmişim gibi bir de günübirlik İzmir duruşmasına gittim geldim. Gitmişken de Kordon sahilde biraz hava aldım. Ama Kordon sahili pek sevmedim ya. Ayrıca da İzmir’i sevsem de nesini büyüttüklerini hiç anlamadım. Tatil yerleri güzel ama şehir içi baya kötü. Trafiği İstanbul gibi, insanları daha kaba. Sürücüler asla birbirlerine yol vermiyor, asla sinyal vermiyorlar. Yol vermeleri gereken her seferde sinirleniyorlar. Ara sokakları falan da pis, ayrıca hiiiç park yeri yok.

12 Ekim Cumartesi, Prag’la Kilyos

Hem biraz ara vermiş olalım, hava alalım, hem de fotoğraf çekelim dedik. Atladık arabaya Kilyos'a gittik.

13 Ekim Pazar, Kız İsteme

Milano’yu istemeye gittik. Yemek, sohbet, tuzlu kahve derken o gün de öylece geçti. Ben kardeşimin evleniyor olduğunu çok idrak edemedim.

16 Ekim Çarşamba, Santral Açılışı

Benim çalıştığım şirket enerji şirketi. Türkiye'nin tek seferde en çok elektrik üreten santralinin açılışı, tabi ki Ekim ayına denk gelmeliydi. Sabah 4’te kalkıp havaalanına gittik, sonra İzmir’e. Oradan da Manisa’ya. Önce açılış, kurdele kesimi, santral gezisi. Sonra İzmir’e dönüş, otele yerleşip akşamki parti için hazırlanma aşaması ve rakılı yemekli parti. Dans fotoğraf derken gece oldu. Hep birlikte çıktık bu sefer de otele 5 dk mesafedeki Alsancak sahile gittik. Yattığımda saat sabah 4'e geliyordu..

17 Ekim Perşembe, Arabuluculuk ve Kına (ne?)

Bir süredir tebliğ edilmesini beklediğimiz arabuluculuk görüşmesi Ekim ayının ortasına denk geldi tabi ki. Hem de Manisa’da. Sabahın köründe toplu kahvaltı, sonra da havaalanına yani İstanbul’a dönüş vardı ama ben İzmir havaalanından araba kiralayıp Manisa’ya geçtim. İlk defa araba kullanırken yol asla bitmedi ve ben çok sıkıldım. Uçaktan 3 saat önce havaalanındaydım ve daha erken saattekilerde hiç yer yoktu. Akşam Barcelona’nın kınası vardı ama yetişemedim. Belki sonuna yetişirdim ama yorgunluktan ve uykusuzluktan öldüğümden doğrudan İstanbul’a (sevgilime) geçtim. :)). O kadar çok şehir saydım ki sevgilim diye belirtmesem anlaşılmayacaktı muhtemelen.

19 Ekim Cumartesi, Barcelona & Moscow Düğün

Bizim Rus damada da isim vereyim dedim sonra tekrar bahsi geçebilir çünkü. Düğüne yakınlarımız geldi sadece 80 kişi falandık. İstanbul gelmedi çünkü dayımlarla daha tanıştırmamıştım. . Ama o kadar eğlendim ki... Asla bir düğünde o kadar eğleneceğimi düşünmezdim çünkü düğünleri falan hiç sevmem. Ama resmen sahneden inmedim. Barcelona’nın ablası olan kuzenim Sidney ile resmen sahneden inmedik, millet oturdu bizi izliyor o derece dans ettik. Erik dalı ve halay, Alman-Rus pop kombinasyonu ile baya değişik ve eğlenceli bir akşamdı. Ertesi gün kulaklarım hala kısmen tıkalıydı.

25 Ekim Cuma, İstanbul’un Dayımlarla Tanışması

O kadar yıldır birlikteyiz ama İstanbul’u dayımlarla tanıştırmamıştım. Evlenmediğimiz sürece gerek yok diye düşünüyordum. Dayımlarla tanışması normal bir ailede babayla tanışması gibi düşünün işte. Beklediğimden çok daha güzel geçti aslında. Dayımlar baya sevdi, İstanbul'un mizah yeteneği sağ olsun dayımları bile güldürdü. Arada neden daha önce tanıştırmadığıma ve ne zaman söz keseceğimize dair imalar döndü ama çok takmadık. Sonuçta geceyi başarılı bir şekilde atlattık.


27 Ekim Pazar, Kardeşimin Nişanı

Yani şunu yazdığıma hala inanamıyorum gerçekten. İdrak etmem de aslında nişanda kardeşim ve nişanlısını, o süslü nişan masasının orada bırakmak zorunda kaldığımı fark etmemle oldu. Baya baya kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Bir sürü tanımadığımı insan vardı Milano'nun ailesinden. Nedense kendimi çok yabancı gibi hissettim başlarda. Ama ağladıktan sonra biraz rahatladım sanırım. Yine erik dalı damat halayı falan havada uçuştu. Tabi ki nişana İstanbul'um da geldi. Hem yıllardır benim kardeşim artık onun da kardeşi gibi, hem de dayımlarla tanışmış olduğu için zaten sorun olmayacaktı... Arabayla gelip beni (doğal olarak hjhkj), Barcelona ve Moscow'u aldı, dördümüz birlikte gittik. Ben dans ederken bir ara dayımlarla bir ara da ananemle sohbet ettiğini gördüm. :)) Bir sürü insan da gelip ay nişanlını da çok beğendik diyip durdu hhddkjhksfj. Kısacası benim için keyifli ve idrak edemediğim bir gün olarak geçti... 

Galiba artık kardeşimle sabaha kadar Age of Empires ve Call of Duty oynayamayacağımızı kabullenemedim....


Bir ay sonraya ışınlanalım...27 Kasım İstanbul'umun doğum günü olduğundan bu sefer yurt dışına çıkma planı yapmıştık. 5 günlüğüne Prag'a gittik. Çok anlatmaya gerek yok heralde, en kısa tabirle masal gibiydi. Bir günü de Çek Cumhuriyeti'ne sınır komşusu Almanya Dresden'e ayırdık. Tam da christmas marketler kurulmuş, her yer sosis, şarap ve sıcak çikolata kokuyor...Yani çok çok iyi gelen bir tatil oldu.

Aralık ayı, annem ve kardeşimle baya uzaklaştığımız ve tartıştığımız bir ay oldu. Ben bir süre İstanbul'da kaldım. Sonra düşündüm, düşündüm... Onların da kendilerince haklı oldukları noktalar vardı. ikisiyle de uzun uzun konuştum ve sonrasında aramız hiç olmadığı kadar iyi oldu. İstanbul'la da zaten her şey harika gidiyordu. Tek sorunum yöneticim Sofya Hanım'dı ve ben artık onu da umursamıyordum. Babamı da hayatımdan çıkardığım için üzüleceğim çok da bir şey kalmamıştı...

Ve anksiyete sahibi olan herkes çok iyi bilir ki.... ANKSİYETE BUNA İZİN VERMEZ.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...